CUMHURİYETÇİLİK
Atatürkçülüğün temel ilkelerinin başında
Cumhuriyetçilik konulmuştur. Bunun sebebini bilmek için önce cumhuriyetin
ne olduğunu anlamak gerekmektedir. Cumhuriyet bir devlet biçimidir.
Cumhuriyette esas olan ilk öğe, devlet başkanının belli bir süre için
seçilerek iş başına gelmesidir. Bu bakımdan cumhuriyet, başta bir
hükümdarın bulunduğu devlet biçimlerinden (monarşilerden) ayrılır.
Monarşilerde devletin başı, belli bir aile içinden çıkar, normal koşullar
altında, ölünceye kadar iş başında kalır. Yerine gene aynı aileden bir
başkası gelir. Her monarşide, aile içinden kimin hükümdar olacağı belli
bazı kurallara göre saptanır. Cumhuriyette devlet başkanı belli bir süre
içinde seçimle iş başına gelince, ileri gelen diğer kişilerin de seçimle
belirlenmesi gerekir. Bunlar genellikle o toplumda yasa koyacak
kimselerdir. Gerek devlet başkanının, gerek yasa koyma yetkisine sahip
olanların seçimle iş başına gelmesi şartının kabulü ile cumhuriyet tam
anlamıyla belirmiş sayılmaz. Şimdi sorun seçim üzerinde düğümlenecektir.
Seçime kimler katılacaktır? Belli bir grup vatandaşa seçme ve seçilme
hakkı verilirse belki dış görünüşü bakımından bir cumhuriyetle
karşılaşılır. Böyle cumhuriyetler ilkçağ Yunan kent devletlerinde, bazı
ortaçağ İtalyan ve Alman bölgelerinde (Venedik, Ceneviz cumhuriyetleri,
Hansa kentleri gibi) görülmüştür. Bu tür eski cumhuriyetlerde seçime
katılma hakkı sadece belli bir grup vatandaşa verilmişti. Onlar,
yaptıkları seçimle iş başına gelen kadroya dayanarak tüm toplumu
yönetiyorlardı. Bugünkü anlayışımıza göre bu tür cumhuriyetler amaca uygun
birer rejim değillerdir. Onlara aristokratik veya oligarşik cumhuriyetler
denilir.
Demek ki, cumhuriyet biçiminin amaca uygun olarak
gerçekleşmesi için, belli bir olgunluk yaşına gelmiş her vatandaşın seçime
katılması gerektir. Bu anlamıyla cumhuriyetler Amerika Birleşik
Devletleri'nin kurulması ile doğmaya ve ancak büyük Fransız inkılâbından
sonra yayılmaya başlamıştır. Gerçi ünlü düşünürler cumhuriyeti çok önceden
kafalarında kurmuş ve tanımlamışlardır. Ancak uygulama XIX. yüzyılın
sonuna doğru ortaya çıkmıştır. Seçme ve seçilme hakkının tüm vatandaşlara
tanınması ve uygulamaya geçilmesiyle gerçek cumhuriyet kurulmuş ve
işlemeye başlamıştır. Ancak bu devlet biçimini daha iyi ve köklü olarak
yaşatmak, seçimin demokrasi şartlan içinde yapılması ile mümkündür.
Yukarıda demokrasinin tanımı görülmüştü, işte gerçek cumhuriyet demokratik
hayatla gerçekleşir.
Osmanlı Devleti, bir cumhuriyet değildi. Padişahlar
Osmanlı Ailesi içinden çıkarlardı. Devleti ve milleti yönetme yetkisi
kesinlikle padişahındı. Gerçi meşrutiyet döneminde halkın oyu ile seçilmiş
meclisler vardı. Ancak bu meclisler padişahın üstünde değildi, tersine,
padişah bunların, yani millet isteğinin üzerinde idi. Son karar, son söz
kesinlikle padişahındı. Bu yönetim biçiminin sakıncalarını yaşanılan
türlü olaylar göstermiştir. Atatürk, cumhuriyet ilânı ile devlet içinde
karar verecek en yetkili ve son makam olarak milletin tanındığını
belirtmiştir.
Atatürk, bir cumhuriyet âşığı idi. Daha kimse bu
kelimeyi ağzına alamazken, genç Mustafa Kemal, padişahlık rejimine karşı
çekinmeden saltanatın kaldırılıp cumhuriyetin kurulması gereğini
söyleyebiliyordu. Hele millî mücadeleye başlarken bunu açıkça belirtmişti.
Erzurum Kongresi'nin açılacağı günlerde yakın arkadaşlarına cumhuriyetin
kurulacağını anlatıyordu. Nihayet bilinen aşamalardan sonra cumhuriyet
rejimine kavuştuk. Kişisel saltanata son verildi.
Atatürk, cumhuriyeti demokrasi içinde İşleyen en
ideal bir rejim olarak görmektedir. O şöyle söylüyor: "Demokrasinin bütün
anlamıyla ideali, milletin tamamının aynı zamanda yöneten durumda
bulunabilmesi, hiç olmazsa devletin son iradesini yalnız milletin ifade
etmesini ve belirtmesini ister. Ne yazık ki, milletlerin nüfus çokluğu,
düşünce eğitimi düzeyleri, idealin uygulanmasında, idealden büsbütün
yoksunluğa yol açacak ihtiyatsızlıklardan kaçınmayı gerektirmektedir. Şu
duruma göre demokrasi ilkesinin en modern ve mantıksal uygulamasını
sağlayan hükümet biçimi, cumhuriyettir. Cumhuriyette son söz, milletçe
seçilmiş meclisindir. Millet adına kanunları o yapar. Hükümete güven oyu
verir, ya da vermez, onu düşürür. Millet vekillerinden hoşnut kalmazsa
başkalarını seçer. Cumhuriyette meclis, cumhurbaşkanı ve hükümet bilirler
ki, kendilerini iktidar ve yetki yerine belli bir zaman için getiren,
irade ve egemenliğin sahibi olan millettir. Gücünün ve yetkisinin Tanrıdan
geldiğini ve yalnız ona karşı ahirette hesap verebileceğini varsayan ve
devleti, ülkeyi kendine mirasla kalmış bir malikane kabul eden bir
hükümdar, kendini her türlü sınırlamadan uzak görür. Böyle bir yönetimde
milletin benliği, özgürlüğü söz konusu dahi olamaz. Şu duruma göre,
yetkileri sınırlı dahi olsa, hükümdarlık biçimi demokrasiye, millî
egemenlik ilkesine uygun değildir".
Pek iyi anlaşılıyor ki, Atatürk, halkın kendini
doğrudan doğruya yönetmesi demek olan demokrasiyi en ideal devlet biçimi
kabul etmektedir. Ancak bütün bilginlerin de söyledikleri gibi, halk
kendini doğrudan doğruya yönetemez, çünkü bugün milyonlarca kişinin bir
araya gelerek her zaman devlet işlerini yürütmeleri mümkün değildir. Öyle
ise demokrasiyi gerçekleştirmek ancak cumhuriyetle mümkündür. Cumhuriyette
millet, yöneticileri belirli bir zaman için seçer, belli bir süre geçince,
hoşnut kalmamışsa, onları görevden uzaklaştırır, işte cumhuriyet
demokrasisi budur. Bu rejimin kişisel saltanattan çok daha iyi olduğu
kuşkusuzdur. Atatürk, belli kişilerin seçimle iş başına gelip, bir daha
iktidardan ayrılmaması demek olan Faşizm ile, milletin tümüne değil de,
sadece birkaç tabakaya dayanarak millet egemenliğini reddeden
Bolşevizm'e karşı çok açık bir cephe almıştır. Her iki rejimin
geliştiği bir dönemde millet egemenliğine dayalı cumhuriyete sıkı sıkıya
bağlı kalması, yalnız bizim için değil, tüm insanlık için bir kıvanç
kaynağıdır. .
Atatürk'e göre, "Türk Milletinin tabiatına ve
geleneklerine en uygun olan yönetim, cumhuriyet yönetimidir". Atatürk,
demokrasinin Osmanlı Saltanatı içinde yeşeremediğini açıkça görmüştür.
Demokrasi ancak cumhuriyetle kökleşip gelişebilirdi. Bunun içindir ki,
Türk inkılâbının baş ilkeleri arasında cumhuriyetçilik sayılmıştır.
Milletin kendi yönetimi olan cumhuriyete içten bağlılık, yücelme yolunu
aşmanın baş şartıdır.
HALKÇILIK
Bir milleti oluşturan, çeşitli mesleklerin ve
toplumsal grupların içinde bulunan insanlara halk denir. Bu akımdan
halkçılık ilkesi hem cumhuriyetçilik hem de milliyetçilik ilkelerinin
zorunlu bir sonucudur.
Atatürk'e göre millet ile halk aslında tek anlama
gelmektedir. Halkçılık ise millet içindeki çeşitli insan gruplarının
çıkarına ve yararına bir siyaset izlenmesi, halkın kendi kendini yönetmeye
alıştırılmasıdır.
Halkçılık, cumhuriyetçiliğin doğal bir sonucudur
denildi ki, bu çok doğrudur. Cumhuriyet, halkın kendi yöneticilerini kendi
içinden seçmesi anlamına gelmektedir. Böylece cumhuriyet rejimi, bir halk
rejimi olmaktadır. Aynı biçimde, halkçılık, milliyetçiliğin de bir
sonucudur. Millet halktan oluştuğuna göre, milliyetçilik, Türk halkının
mutluluğu için çalışmak, ortak geçmişe ve geleceğe halkla birlikte
bağlanmak demektir.
Atatürk, daha TBMM açılır açılmaz, yeni kurulan
devletin bir halk devleti olduğunu belirten pek çok konuşmalar yapmıştır.
Artık halk, bir kişi tarafından yönetilmemekte, kendi kendini
yönetmektedir.
Halkçılık ilkesinin uygulanması ayrıca, toplumda hiç
kimsenin diğerinden üstün olmamasının, kanun önünde kesin eşitliğin kabulü
anlamına da gelmektedir. Gerçek halkçılıkta hiçbir toplumsal gruba,
zümreye ayrıcalık tanınmaz. Halk her bakımdan birbirine eşit kimselerden
oluşur. Bugün bazı rejimler halkı yalnız belli bir grup insandan ibaret
saymaktadırlar. Bu rejimlerin adı olan halk cumhuriyeti yanıltıcıdır.
Çünkü sadece belli bir grup halkın devleti anlamına gelmektedir. Gerçek
budur. Ama Atatürkçü halk devletinin uzaktan yakından böyle bir anlam
taşımadığı ve belirtmediği hemen söylenmelidir.
Atatürkçü halk devleti, Türk halkının tümünü, yani
Türk milletini kapsamına alır. Böyle bir halkçılık anlayışı, gerçek
demokrasinin kurulması için gerekli olan ortamı en iyi biçimde
hazırlar.
LAİKLİK
Türk ve yabancı bütün bilim adamları Atatürk
inkılâbının en önemli öğesi olarak laikliği kabul ederler. Gerçi Türk
inkılâbı, içinde taşıdığı ilkelerle bir bütündür. Ama bu bütünün dayandığı
iki ana temel, milliyetçilik ve laiklik, öteki ilkeleri
sağlamlaştırır.
Laikliğin kısa tanımı, daha önce belirlenmişti.
Yeniden özetleyecek olursak, laiklik; devlet düzeninin ve hukuk
kurallarının dine değil, akla ve bilime dayandırılmasıdır.
Çok uzun bir zaman hemen hemen bütün insan
toplulukları, dinlerin koyduğu esaslara göre yönetilmişlerdir. Çünkü
insanların akıl ve bilim alanlarında olgunlaşması kolay olmamış, uzun bir
zaman almıştır. Bu dönemde insanlar, kendi akıl ve iradeleri dışında kalan
birtakım güçler tarafından yönetildiklerini kabul ederek rahatlamışlardır.
Bu sebeple, devletlerle özdeşleyen dinler ve din adamları, giderek büyük
ölçüde güçlenmiş, gelişen insan zekisinin önüne engeller koyarak
varlıklarını sürdürmeye çalışmışlardır.
Dinler, inanç kavramına dayanırlar, ister ilkel
olsun, ister gelişmiş, her dinin temeli belli varlıklara ve olgulara
tartışmadan inanmaktır, insanlar özellikle ölüm gibi en ürkütücü olay
karşısında inanç dünyalarını zenginleştirmiş, dinsiz yasayamaz duruma
gelmişlerdir. İnsanoğlunun evren ve ölüm karşısındaki çaresizliği, zengin
inanç sistemleri doğurmuştur. Bu çaresizliğe karşı tek sığınılacak yerin
din oluşu, dinlerin insanları yönetmesi sonucunu vermiştir, ilk zamanlar
için bu bir zorunluluktu. İnsanlar arasında düzen ve barışı sağlamak için
dinin buyruklarına ihtiyaç vardı. Ölümsüzlüğe erişmek isteyen insanları,
hayatta iyi davranışlara yönlendirmek için dinler hukuk kuralları da
koydular ve bu kuralların uygulanmasına titizlik gösterdiler.
Özellikle ileri dinlerin koyduğu baş hukuk kuralları,
aynı zamanda evrensel ahlâkı da yansıtır. Hiçbir din, insanlara erdemsiz
yaşamayı, hırsızlığı, yalancılığı, zinayı, adam öldürmeyi buyurmaz.
Tersine, bütün dinler ahlâklı ve erdemli yaşamayı buyururlar. Dinler
arasındaki farklılıklar, Tanrı ve ibadet anlayışından kaynaklanmaktadır.
Böylece her din, tek ve üstün gerçeği temsil ettiğini ileri sürdüğünden
dinler arasında bir birlik görülmemektedir.
Çok ileri ve üstün bir din olan İslâmlık, kısa sürede
inanç sistemini birçok millete benimsetmiştîr. Hazreti Muhammed'in
ölümünden sonra Müslümanlık hızla gelişti. Büyük İslâm bilginleri,
ilkçağın akılcı filozoflarını yeniden gün ışığına çıkardılar, öyle ki,
Batılı bilginler bu filozofları Müslümanlardan öğrendiler. Müslümanlık bu
akıl çağında büyük aşamalar yaptı. Tanrının insanlara doğru yolu görmesi
için akıl verdiğini söyleyen bilginler, İslâm dininin ilerlemesinde büyük
rol oynamışlardır. Onları destekleyen halifeler de çıkmıştır. Böylece
Müslümanlık aşağı yukarı üç yüz yıl Tanrının gösterdiği yolda gelişmiştir.
Akla dayanan bu gelişme sırasında İslâm Hukuku da günlük hayata
uydurulmuştur. Ne yazık ki, bir süre sonra bu gelişme durdu, İslâm
dünyasında aklın yerini, tutucu ve durgun bir inanç kapladı. Bu görüşün
sahipleri, akıl yolu ile değil, sadece inançla yaşamak gerektiğini
savunuyorlardı. Bu görüş kısa sürede yaygınlaştı, İslâm dini ve hukuku
donup kaldı. Buna karşılık akıl yolunu Müslümanlardan öğrenen Batılılar,
bu esasları geliştirmekteydiler.
İşte Türkler Müslüman oldukları vakit, İslâm
dünyasında durgunluk başlamıştı. Türkler, üstün yetenekleriyle kısa sürede
İslâm dünyasına egemen oldular. Çok içten inandıkları Müslümanlığı
Hıristiyanlara karşı korudular, İslâmlığı Anadolu'ya ve Balkanlar'a
yaydılar, ama onlar güçlerinin doruğunda iken Batı'da da akıl çağı
başlamıştı. Büyük akılcılar, bir zamanlar Müslüman bilginlerin dedikleri
gibi Tanrının insanlara verdiği en büyük hazine olarak akılı gördüler.
Böylece Batı'da bilim ve hukuk akla dayandırılmaya başladı. Burada hemen
şunu belirtmekte yarar vardır: Bu büyük akılcı akıma karşı, orada da
kilise direnmiştir. Ancak bu direnme yeni mezheplerin (Protestanlık)
doğmasına yol açmıştır. Bu yüzden Hıristiyan dininin bir bütün olarak
akılcılığa karşı durması imkânı kalmadı. Kilise giderek yenilikleri kabul
etmeye başladı. Nihayet XVIII. yüzyıl sonunda çıkan Fransız İhtilâli ile
laiklik, devlet ve hukuk düzenine egemen oldu. Yani devlet, dinin
etkisinden arıtıldı. Ama ayna zamanda din özgürlüğü de kabul edilerek,
devletin vatandaşın vicdanına karışmayacağı, herkesin inancında serbest
olduğu esası konuldu.
Osmanlı Devleti'nin bu gelişmenin dışında kaldığını
biliyoruz. Atatürk belki de İslâmlığın parlak çağına dönüş yaparak, zamana
ve akla uymayan, eskiyen hukuk kurallarını bir yana bırakarak devleti
laikleştirmiştir. Ama İslâmlığın inanç ve ibadete dayanan kurallarına hiç
dokunmamıştır.
Atatürk kesinlikle dinsiz değildi. Şu sözleri
söyleyen Atatürk'ün dinsiz olduğu, laiklikle dinsizliği getirdiği
söylenebilir mi? :"Tanrı birdir, büyüktür. Bizim dinimiz en makul (akla
uygun) ve tabii (doğal) bir dindir. Ve ancak bundan dolayı da son din
olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması
gerektir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur... Ey millet, Allah
birdir, sanı büyüktür. Peygamberimiz, Efendimiz Cenabı Hak tarafından
insanlara dinin gerçeklerini bildirmeye memur ve elçi olmuştur...
İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen
uyuyor. Bu sebeple en mükemmel dindir... Varlık dünyasının bütün
kanunlarını yapan Cenab-ı Haktır... Dinime, gerçeğin kendisine nasıl
inanıyorsam buna da öyle inanıyorum". Atatürk bunlar gibi daha birçok söz
söylemiştir.
Atatürk'ün akla uygun bir uygulama istediğini
belirten şu sözleri, ne derin anlamlar taşımaktadır: "Büyük dinimiz,
çalışmayanın insanlıkla ilgisi olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler modern
olmayı kâfir olmak sanıyorlar. Asıl küfür onların bu zannı (düşünce)dır.
Bu yanlış yorumu yapanların amacı; İslamların kâfirlere tutsak olmasını
istemek değil de nedir?" "Bizim dinimiz milletimize, düşkün, miskin ve
hor görülmeyi tavsiye etmez. Tam tersi, Allah da Peygamber de insanların
ve milletlerin yücelik ve şerefini korumalarını buyuruyor... Bizim dinimiz
için herkesin elinde bir miyar (ölçüt) vardır. Bu miyar ile hangi şeyin
dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki,
akla, mantığa, toplumun çıkarlarına uygundur, biliniz ki o, bizim dinimize
de uygundur, o şey dinîdir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın uyduğu bir
din olmasaydı, en mükemmel ve en son din olmazdı".
Görülüyor ki, Atatürk bilgisiz ve çıkarcı kimselerin
milleti din adına sömürmesine karşıdır. O, devlete, hukuka ve bilime can
verecek kuralların akla, mantığa uygun olmasını istemektedir. Atatürk,
daha 1927 yılında dinin siyaset aracı olarak kullanılmasından doğacak
sakıncaları ve çıkar düşkünlerini şöyle anlatmıştır: "Masum halka beş
vakit namazdan başka, geceleri de namaz kılmayı vaaz etmek ve öğütlemek,
belki de ömründe hiç namaz kılmamış olan bir politikacı tarafından vâki
olursa, bu hareketin hedefi anlaşılmaz olur mu?" Atatürk'ün yıllarca önce
söylediği bu sözler ne kadar düşündürücüdür.
Laiklik devletin temeli olunca, akla dayanan
uygulamalarla millet zaman yitirmeden çalışma ve kalkınma imkânı bulur.
Devlet vatandaşın inancına karışamaz; daha Önce de belirtildiği gibi
inançlar çeşitlidir. Herkesi bir doğrultuda inanca zorlamak olmaz. Bu
herşeyden önce demokrasiye aykırıdır. Demokrasi, bir özgürlük rejimidir.
Bu sebeple demokrasilerde devletin tek bir dini vatandaşlara benimsetmeye
çalışması düşünülemez. Bu davranış demokrasi kavramına uymaz. Hem Kur'an
"dinde zorlama yoktur" diyor. Bundan başka Kur'an ve Hazreti Muhammed
devlet yönetiminde akla dayanılmasını isteyen pek çok buyruklar
vermiştir.
Demek ki, laiklik vatandaş inancının en sağlam
güvencesi oluyor. İnanç özgürlüğü devletçe sağlanıyor. Herkes inancında ve
ibadetinde serbesttir. Laikliği, resmi politikası dinsizlik olan
rejimlerden kesinlikle ayrı tutmak gerekir. O tür rejimlerde devlet dine
karşıdır. Vatandaşın dinsiz olarak yetişmesi için gereken her türlü
tedbiri alır. Atatürkçü laiklikte ise, devlet işlerine karıştırılmaması
koşulu ile tam bir din ve inanç özgürlüğü vardır. Türk Devleti aynı
zamanda nüfusumuzun yüzde doksan beşinden fazlasının inanç sahibi Müslüman
olduğu gerçeğini de görmüştür. Müslümanların inanç ve ibadet hizmetlerini
devlet yüklenmiştir. Din eğitim ve öğretimi yapan kurumlar açılmış,
buralarda Atatürkçü, aydın, akılcı, laik din adamları yetiştirmeye hız
verilmiştir. Hiçbir dönemde Anadolu'da Cumhuriyet dönemindeki kadar cami
yapılmamıştır.
Türk milleti ve Devleti varlığını ancak inanç
özgürlüğü içinde, çağın gereği olan akıl ve bilim kavramlarının yolunda,
insancıl bir laikliği benimseyerek sürdürebilir. Geriye dönüş mümkün
değildir. Böyle bir tutum zamana ayak uyduramamak, çağın dışında kalmak
olur.
İNKILÂPÇILIK
İnkılâp, bir toplumun önemli kurumlarını kısa bir
süre içinde değiştirip kendini yenileştirmesi atılımıdır. Tarihte önemli,
büyük inkılâplar görülmüştür. Atatürk yönetimindeki Türk Milleti de
tarihteki en önemli İnkılâplardan birini gerçekleştirmiştir.
Bir toplumda durup dururken inkılâp yapılmaz,
inkılâpların tarihten gelen büyük sebepleri vardır. Türkler bir zamanlar
çağın Önemli devletlerinden birini kurmuşlardı. Bu devlet yüzlerce yıl
dünyanın sayılı güçlerinden biri olarak kaldı. Ama Batı'da gelişen akıl ve
bilim çağına ayak uyduramadığı için geride kalmaya, güçsüzleşmeye başladı.
Çok uluslu bir yapıda olduğundan milli bir birlik kuramadı. Devleti
kurtarmak isteyenler, hep eski düzen ve belli kalıplar içinde
değişiklikler yaptılar. Oysa yapıyı değiştirmek gerekti ve bu
kaçınılmazdı.
Birinci Dünya Savaşı sonu yenilgi ve parçalanma,
Atatürk'e, Türk milletini bir araya getirip mücadele etme ve yapıyı
yenileme düşüncesini ve bunu gerçekleştirme azmini vermiştir. Eski yapıyı
yeniden kurmak mümkün olmadığı için ardarda büyük inkılâplar
yapılmıştır.
Atatürk'e göre "inkılâp milletin esenliği için halk
adına yapıldı". "Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların amacı,
Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen modern ve bütün anlamı ve biçimiyle
uygar bir toplumsal heyet durumuna getirmektir". Öyleyse inkılâp,
modernleşme ve çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak için yapılacaktır.
Gerçekten, gördüğünüz büyük yenilik hareketleri, hep inkılâpçı bir tutum
ve davranışla yapılmıştır.
Türk Milleti iyiye, doğruya, güzele daha fazla
yaklaşmak, bunlara erişmek için inkılâpçılığa bağlı ve tam bir inkılâpçı
olarak kalmalıdır. Öyleyse inkılâpçılık nedir? Atatürk'e göre, "gerçek
inkılâpçılık onlardır ki, ilerleme ve yenileşme inkılâbına sevk etmek
istedikleri insanların, ruh ve vicdanlarındaki gerçek eğilime nüfuz
etmesini bilirler".
Demek ki, inkılâpçı, ruhlara ve vicdanlara
seslenecek, insanları bu yolda yönlendirecektir. Atatürk inkılâbını
sürdürebilmek, inkılâpçı ruh ve yapıyı, coşkuyu her zaman duymakla,
hedefleri belirleyip bu hedeflere ulaşma yolunda çalışmakla olur.
Türk İnkılâbının üstün ve yüce amacını her zaman
kavramaya çalışmalıdır. Durmadan ve her zaman yenilik yolunda ileriye
doğru gidilecektir, işte Atatürk'ün temel ilkelerinden biri de budur. Türk
inkılâbının korunması, geliştirilmesi ve ilerletilmesi şarttır. Atatürk
bundan emindi ve şöyle diyordu: "İnkılâbın hedefini kavramış olanlar,
daima onu muhafazaya muktedir olacaklardır".
Evet, bu özlü sözlerin ışığında, bilinçli
inkılâpçılık Türk Milletinin geleceği olmalıdır.
MİLLİYETÇİLİK
Ait olduğu milletin varlığını sürdürmesi ve
yüceltmesi için diğer bireylerle birlikte çalışmaya, bu çalışmayı ve
bilinci, diğer kuşaklara da yansıtmaya "milliyetçilik" denilir. Şu tanıma
göre milliyetçiliğin en önemli öğesi "millet" olmaktır. Öyle ise millet
nedir?
Bir insan topluluğuna millet diyebilmek için bazı
niteliklerin o toplumda olup olmadığı saptanmalıdır. Bazı anlayış
biçimlerine göre, bir topluluğun millet sayılabilmesi için ırk birliği
yetişir. Bu eksik bir görüştür. Aynı ırktan olmadıkları halde bugün
milletlikleri tartışılmaz topluluklar vardır, İsviçreliler ve Amerikalılar
gibi, bazılarına göre ise millet olmanın baş şartı aynı dili
konuşabilmektir. Bu da her zaman doğru sayılamayacak bir görüştür.
İsviçre'de üç ayrı dil konuşulur ama bütün İsviçreliler bir millettirler.
Buna karşılık aynı dili konuşan pek çok Arap milleti vardır. Iraklılar ile
Faslılar aynı dili konuştukları halde aralarında büyük farklar bulunur,
ikisi de ayrı birer millet sayılabilirler.
Kimileri de millet olmanın baş şartı olarak din
birliğini kabul ederler. Kuşkusuzdur ki, artık bu da savunulamaz bir
görüştür. Bugün dünyanın en büyük milletlerinden sayılan Japonların içinde
çok çeşitli dinler vardır. Gene ayrı birer din gibi kabul edilebilecek
Katoliklik ile Protestanlık Almanya'da, Amerika'da yan yana yaşamaktadır.
Ama aynı dinden oldukları halde Müslümanlar hiçbir zaman tek millet
sayılamamışlardır.
Öyle ise sayılan bütün bu şartlar bir insan
topluluğunun millet olmasına yetmemektedir. Aynı toprak parçası üstünde
yaşayan insanların millet olması için ilk şart, ortak bir geçmişe, kader
birliğine, ortak bir gelecek hedefine sahip olmaktır. Bu, en tutarlı ve
geçerli görüştür. Milliyet bağı böylece maddi olmaktan çok manevi bir
ilişkidir. Bu görüşü benimseyen Atatürk, milleti şöyle tanımlamaktadır:
Bir insan topluluğunun millet sayılabilmesi için "zengin bir hatıra
mirasına, birlikte yaşamak hususunda ortak istekte samimi olmaya, sahip
olunan mirasın korunmasını birlikte sürdürebilmek konusunda iradelerin
ortak bulunmasına, gelecekte gerçekleştirilecek programın aynı olmasına,
birlikte sevinmiş, birlikte aynı ümitleri beslemiş olmaya" ihtiyaç vardır,
işte bu ana şartları taşıyan bir insan topluluğu millet sayılır. Gene
Atatürk'e göre, bu şartların doğal sonucu, ortak milli bir düşünce, ideal
ve en önemlisi ortak dilin ortaya çıkmasıdır. Gerçi dil birliği millet
olmanın baş şartı değildir ama insanları düşünce, ruh ve kültür açısından
birbirine bağlayan ana dilin, pek çok millette tek olduğunu da unutmamak
gerekir.
Görülüyor ki, Atatürk, Türk milletini ırk veya din
esası üzerine oturtmamıştır. Zaten akılcı bir yaklaşımla buna imkân da
yoktur, özellikle Anadolu'daki Türk toplulukları başka ırklarla, yüzlerce
yıldan beri kaynaşmış durumdadırlar. Anadolu'nun uygarlıkları birbirine
bağlayan bir bağ olması bu sonucu doğurmuştur.
Atatürk'ün millet anlayışı akılcı ve insancıldır.
Atatürk'e göre bir milleti başka milletlerden ayıran nitelikler vardır.
Her millet kendi yetenekleri, kültürü ve imkânları çerçevesinde kendini
diğerlerine kabul ettirmek ve mutlu yaşamak zorundadır, işte bir milletin
bireylerinin bu biçimdeki davranışları milliyetçiliktir. Türk
milliyetçiliğinin amacı, Türk'ün her alanda yükselmesi,
yücelmesidir.
Atatürk'e göre, "asıl olan millettir, ilham ve güç
kaynağı milletin kendisidir. Bir millet için mutluluk olan bir şey, diğer
bir millet için felâket olabilir. Aynı sebepler ve şartlar birini mutlu
ettiği halde, diğerlerini mutsuz kılabilir", öyle ise, her millet akıl ve
bilim yolu ile yalnız kendi değerlerini ve çıkarlarını bulmalıdır. "Türk
milliyetçisi, gelişme ve ilerleme yolunda ve uluslararası ilişkilerde
bütün çağdaş milletlere paralel olarak, onlarla bir uyum içinde
yürüyecektir. Ama bunu yaparken Türk milletinin özelliklerini, bağımsız
kişiliğini koruyacaktır. Türk Milliyetçisi diğer milletlerin hakkına,
bağımsızlığına saygı gösterecektir. Ancak böylelikle diğer milletlerden de
saygı görecektir. Kimsenin yurdunda gözümüz yoktur. Çünkü her milletin
yurdu kutsaldır. Türk, büyük gücünü ancak haklarına saldırı olduğu zaman
kullanacaktır".
Atatürk, bütün milletlere saygı duyar, ama onların
hepsinin üstünde Türk'ü görür. Ona göre, "Dünya yüzünde Türk'ten daha
büyük, ondan daha eski, ondan daha temiz bir millet yoktur ve bütün
insanlar tarihinde görülmemiştir". Atatürk, tarih alanındaki olağanüstü
çalışmalarıyla Türk'ün geçmişini aydınlatarak bu görüşe erişmiştir.
Böylesine üstün bir milletin yurdu da kutsaldır. Vatan sevgisi,
milliyetçiliğin önde gelen öğelerindendir; "Vatanımız, Türk milletinin
eski ve yüksek tarihi ve topraklarının derinliklerinde varlıklarını
sürdüren eserleri ile bugünkü yurttur. Vatan hiçbir kayıt ve şart altında
ayrılık kabul etmez ve bütündür".
Mademki vatan kutsaldır ve bir bütündür, öyle ise
"memleketi doğu ve batı diye ikiye ayırmak doğru değildir". Çünkü yurdumuz
kutsaldır. "Yurt toprağı, sana her şey feda olsun. Kutlu olan sensin.
Hepimiz senin için fedaiyiz. Fakat sen, Türk milletini ebedi hayatta
yaşatmak için feyizli kalacaksın".
Atatürk'ün Türk milliyetçiliği üzerinde bu kadar çok
durmasının derin sebepleri vardır. Bu sebepler de gene tarihten
kaynaklanmaktadır. Türklerin dünya tarihine ve uygarlıklara yaptığı
üstün hizmetler bilinmektedir. Ama ne yazık ki, Türklerin kurduğu en
büyük, en görkemli devletlerden Osmanlı İmparatorluğu'nun yapısı, tam
bir milliyetçilik anlayışının doğmasına imkân vermemiştir.
Osmanlı İmparatorluğu'nda her bakımdan birbirinden
farklı çok çeşitli uluslar yaşardı. Bunu biliyoruz. XVIII. yüzyıl
sonlarına kadar dünyada milliyet ilkesi pek bilinmiyordu. Gerçi devletler
kuran milletler, kendi yaşama biçimlerini, kültürlerini, anlayışlarını
geliştiriyor, dillerini kullanıyorlardı, bağımsızlıklarını koruyorlardı.
Ancak bunları belli bir millete bağlı olma bilinci içinde değil, belki
toplumsal bîr zorunluluk olarak yapıyorlardı. Millete benlik veren
milliyetçilik değil, din idi. Her millet mensup olduğu dinin buyruklarına
ve kalıplarına uyarak yaşıyordu.
XVII. yüzyıldan itibaren Batı'da iyice güçlenen
akılcılık, aynı zamanda milliyetçiliği doğurmuştur. Batıda, çeşitli
milletlere mensup olan düşünürler, her milletin diğerinden farklı olduğunu
görmüşler, insanları dinin değil, milliyetin ilk planda birbirine
bağlamasının akla uygun olduğunu anlamışlardır. Böylece milliyetçilik
Batı'da gelişerek siyasal hayata girdi. XVIII. yüzyıl sonunda çıkan
Fransız İhtilâl ve onu izleyen büyük inkılâpla, milli devlet ve
dolayısiyle milliyetçilik hızla bütün dünyaya yayılmaya
başladı.
Özellikle çok uluslu devletler için milliyetçilik
akımı bir felâketti. Milliyetçilik akımının çok uluslu bir devlet olan
Osmanlı İmparatorluğu için önem taşımış, imparatorluk sınırlan içinde
yaşayan ve Türk olmayan çeşitli uluslar bağımsızlık isteği ile
ayaklandılar. Osmanlı devlet adamları buna karşı bir çare aradılar: Din
ayrımını kaldırarak ülkede yaşayan herkesi "Osmanlı" ilân ettiler. Ama bu
kesin bir çözüm yolu değildi. Milliyetçilik bir büyük akımdı ve bu
hareketi böyle bir davranışla önlemek mümkün değildi. Nitekim ülkede
yaşayan uluslar birer ikişer ayaklanarak Osmanlı yönetiminden kopuyor,
kendi milli devletlerini kurarak bağımsızlıklarını ilân ediyorlardı. Bu
durum karşısında bazı Türk düşünürleri milliyetçilik akımının
önlenemeyeceğini anlamaya başladılar. Şimdi yapılması gerekli olan, elde
kalan ve üzerlerinde Türklerin yaşadığı vatan topraklarım, yeni milli
devletlerin sataşmalarından kurtarmaktı. Hiç değilse bundan sonra Türk,
vatanına sahip çıkmalıydı. Böylece, imparatorluk sınırlan içinde yaşayan
çeşitli milletler arasında en son, Türklerin milliyetçilik anlayışı
doğmuştur. Bu da XX. yüzyıl başlarına denk düşmektedir.
Türk milliyetçiliği doğarken, yalnız Türklerin değil,
bütün Müslümanların tek millet olması gereğini ileri sürenler de çıktı.
Ama Müslüman Osmanlı vatandaşı olan Arapların Birinci Dünya Savaşında,
Hıristiyan düşmanlarımızla iş birliği yaparak bizi arkadan vurmaları,
milletin dine dayandırılamayacağını çok açık ve acı biçimde
göstermiştir.
Atatürk, yeni Türk Devleti'ni kurduğu vakit durum bu
idi. Bütün millete Türklüğünü anlatmak, göstermek, bu çok önemli konu
üzerinde durmak gerekiyordu. Artık çok uluslu Osmanlı Devleti tarihe
karışmıştı. Anadolu'da ve Doğu Trakya'da yalnız Türkler yaşıyordu.
Atatürk, Lozan Konferansında Türkiye'de yaşayan Rumları Yunanistan'a
yollamayı başarmıştı. Engin ve büyük bir tarihe sahip olan Türkler, artık
Türkiye'de en yüksek oranda çoğunlukta idiler. Milli devlet kurulabilirdi.
Bu bölümün başında belirtildiği gibi, her millet kendi yücelmesini, kendi
yetenekleriyle sağlar. Bunun için de katıksız bir milliyetçilik
gereklidir.
Atatürk, yaşadığı sürece hep Türk milliyetçiliğini
geliştirmeye çalışmıştır. "Ne Mutlu Türküm diyene" sözü, milletimiz
yaşadıkça anlamı yücelecek çok üstün bir görüşün simgesidir.
DEVLETÇİLİK
Ekonomik etkinliğin toplum ve devlet hayatındaki
önemi daha önce anlatılmıştı. Ekonomik hayatın temelinin üretim olduğu da
belirtilmişti. XX. yüzyılda dünya devletleri daha mutlu yaşamak
imkânlarına kavuşmak için üretimi artırma gereğini duydular. Bunun için de
başlıca üç yöntemin uygulanmasını öngördüler. Bunları kısaca gözden
geçirelim:
Liberal Ekonomi: Bu tür ekonomilerde üretim için
gerekli olan sermaye, üretim etkinliği ve üretilen malların dağıtımı
tümüyle bireylere bırakılmıştır. Liberal ekonomi görüşüne göre, ekonomik
hayatın kendiliğinden işleyen yasaları vardır: Üretim, mallara olan isteğe
bağlıdır, istek ise, üretimin az veya çok olmasını sağlar. Devlet bu
kuralları yönlendirmeye karışmamalıdır. Devletin görevi yurdu savunmak,
eğitim İşlerini düzenlemek, adalet dağıtmak gibi alanlarda kalmalıdır.
Devlet ekonomik hayata katılırsa az önce belirtilen denge bozulur.
Gerekirse devlet, ancak büyük bunalımları gidermek için ekonomik hayata
girmeli, bunalım geçince de gene çekilmelidir. Büyük ekonomik güce sahip
olan kapitalist ülkeler, liberal görüşü uygulayarak bugüne kadar
gelmişlerdir.
Sosyalist Ekonomi: Bu tür görüşü uygulayan ülkelerde
hem sermaye, hem üretim doğrudan doğruya devletçe sağlanır. Kişilerin
üretim araçlarına sahip olmaları yasaktır. Devlet tüm sermayenin
sahibidir. Bütün ekonomik hayat, devletin öngördüğü biçimde düzenlenir.
Malların dağıtımını da devlet yapar. Bazı ülkeler temelde bu görüşü
benimsemişlerdir.
Ilımlı Ekonomik Sistemler: Dünyanın hızla değişen
şartları hem liberalizmin, hem de Sosyalizmin katıksız bir biçimde
işleyemeyeceğini göstermiştir. Bu bakımdan liberal rejimlerin bazılarında,
devlet ekonomik hayata artan ölçüde girerken, sosyalist sistemde de
yumuşamalar göze çarpmaktadır. Böylece her iki guruptan bazı ülkeler
rejimlerinin temelini bozmadan önemli sistem değişikliklerine
girmektedirler.
Devletçilik: Atatürk ilkelerinin arasında bulunan
devletçilik, bir ekonomi siyasetidir. Yukarıda anlatılan rejimlere
benzemez. Milli özelliklerimize uyan, gerekli kalkınmayı sağlayacak bir
model olan devletçiliğin hangi şartlar altında nasıl doğduğu
belirtilmişti. Bunun için burada devletçiliği kısaca
değerlendireceğiz.
Devletçilik, temel anlamıyla devletin ekonomik
hayatın içine girmesidir. Ama bu yapılırken sosyalist model benimsenemez.
Elinde sermayesi olan vatandaşlar, birkaç alan dışında, diledikleri
biçimde üretime katılabilirler. Devlet bunlara engel olmadığı gibi üstelik
gereken tedbirleri alarak işlerini kolaylaştırır, kişileri üretim ve
ticaret işine özendirir.
Ancak bilindiği gibi, hızla sanayileşme cumhuriyetin
ilk hedeflerindendi. Büyük temel sanayi kuruluşları yapmak için özel
ellerde sermaye yoktu. Bu yüzden devletçilik doğdu. Devlet pek çok sanayi
işletmesini kendisi kurdu, çalıştırdı ve geliştirdi. Bir yandan da
uyguladığı para ve kredi politikası ile özel kişileri başıboş bırakmadı.
Böylece devlet ile vatandaş, üretim işini birlikte düzenlediler. Bu
işbirliği sonucu Türkiye örnek bir ülke durumuna gelmişti. Son
araştırmalar, Türkiye'nin 1930 yılına kadar uyguladığı devletçilik
siyaseti ile en hızlı kalkınan üç ülke arasına girdiğini göstermektedir.
1029 yılında, 100 olan Türkiye ve dünya sanayi üretim indeksi, 1939'da
Türkiye'de 196'ya erişmiştir. Dünya ortalaması İse 119'dur. Bu gelişme
tablosunda Türkiye'nin yeri, Rusya ve Japonya'dan sonra gelmektedir.
Böylece 1927'de 1000 olan milli gelirimiz, hızlı nüfus artışına rağmen,
1939'da 1625'e yükselmiştir.
Sermayesi olmayan, dışarıdan yardım almayan,
kaynakları sınırlı, teknolojisi geri Türkiye'nin 1939 yılına kadar
sağladığı bu gelişme Atatürk'ün akılcı ve milliyetçi görüşlerinin bir
eseridir. O, özel girişimleri desteklerken, devleti de ekonomik hayata
katmış, her iki alan birbirlerini tamamlamışlardır.
İkinci Dünya Savaşı'nın çıkması üzerine bu gelişme
durdu. Savaş sonrasında ise devletçilik ilkesi yeniden ve amaca uygun
biçimde işletilip ihtiyaçlara göre düzenlenmedi, politika aracı yapıldı.
Bu yüzden özel alanla devlet alanı arasındaki denge bozuldu ve ekonomik
hayata bir karga şa geldi.
Atatürk'ün baş ilkelerinden devletçilik, Türkiye'yi
ekonomik bakından kalkındıracaktır, yeter ki gerektiği gibi
uygulanabilsin.
BÜTÜNLEYİCİ İLKELER
AKILCILIK VE BİLİMSELLİK
Atatürk'ün en büyük özelliklerinden biri de bilimsel
ve akılcı bir düşünceyi (rasyonalizm) Türk toplumunun bütün alanlarına
egemen kılmak çabasıdır. Daha önceki bölümlerde de görüldüğü gibi,
Atatürk insan aklına çok değer verirdi. "Akıl ve mantıkta çözümlenemeyecek
sorun yoktur" sözü O'nun bu konudaki görüşünü en özlü biçimde
açıklamaktadır.
Yüzlerce yıl koyu bir kadercilik anlayışı içinde
yaşayan Türk toplumunu yeniden canlandırmak, ancak akılcılığın her işte
öncü olmasını sağlamakla olurdu. Atatürk bu nedenle akıl yoluna ağırlığı
vermiş, her işin ölçüsü olarak aklı kullanmıştır.
Akılcılığın zorunlu sonucu bilimselliktir. Bilimler,
akıl yolu ile yapılan zihinsel çalışmalardan çıkar. Batıda akılcılık
başladıktan sonra, önce doğrudan doğruya akıl ilkeleri demek olan
matematik büyük bir gelişmeye kavuştu. Matematiği mekanik izledi. Sonunda
akıl ve deney yolu ile öteki bilimler hızla ilerledi. Bundan da teknoloji
doğdu.
Görülüyor ki, akıl ve bilim her türlü gelişmenin
kaynağıdır. Bunun için Atatürk, "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir... Türk
Milleti'nin yürümekte olduğu ilerleme ve uygarlık yolunda elinde ve
kafasında tuttuğu meşale müsbet ilimdir" demiştir.
Türk milleti gerçekleri akıl ve bilim yolu ile
değerlendirdikçe ilerleyip gelişecektir. Ekonomik, kültür ve ahlâk
alanında gelişme buna bağlıdır. Unutulmamalıdır ki, ahlâk kuralları da
akıl yolu ile konulmuştur.
ÇAĞDAŞÇILIK VE BATILILAŞMA
Akılı ve bilimi kendine öncü yapan Atatürk çok
gerçekçi idi. Madem ki Türk milleti modernleşecek, yenileşecekti, o halde,
yapılması gereken şey, yaşanılan çağda en gelişmiş kurumlan hiç çekinmeden
benimsemekti. Çağdaş kurumlar Batı'da idi. Öyleyse Batı'ya yönelmeliydi.
Atatürk bir Batı hayranı değildir. Uzun yıllar
Batı'lı devletlerle çarpışmış, onların emperyalist oyunlarını bozmak için
uğraşmış, bir büyük asker, kuşkusuz gözü kapalı bir Batı taklitçisi
olamazdı. Ama, ger?ekleri görmesini bilen Atatürk en ileri kurumların
Batı'da olduğunu görmezlikten gelemezdi. Bunun için Batı'ya yöneldi.
Çağdaş kurumlar söz gelişi Afrika'da olsaydı elbet oraya yönelecekti. Şu
sözleri ne kadar ilgi çekicidir: "Memleketimizi modernleştirmek istiyoruz.
Bütün çalışmamız Türkiye'de modern yani Batı'lı bir hükümet vücuda
getirmektir. Uygarlığa girmeyi isteyip de Batı'ya yönetmeyen millet
hangisidir?". Özellikle son cümle çok dikkate değer ve Atatürk'ün
gerçekçiliğini bir kez daha kanıtlar. Batı'ya bizden çok daha uzak olan
Japonlar, Türkler'den önce Batı kurumlarını olduğu gibi almış ve bugünkü
durumlarına erişmişlerdir.
Atatürk, Türk Milleti'nin tarihsel bir gerçeğini de
çok özlü biçimde açıklamıştır: "Türkler'in yüzlerce yıldan beri izlediği
hareket devamlı bir yön muhafaza etti. Biz her zaman Doğu'dan Batı'ya
yürüdük."
Öyle ise Türk milliyetçiliği ruhu içinde
cağdaşlasılacaktır. Çağdaş kurumlar Türk'ün elinde kendi kişiliğini
kazanacaktır. Akıl ve bilim yolunun buyruğu budur.
İNSANLIK VE İNSAN SEVGİSİ
Atatürk milliyetçiliğinin diğer milletler hakkına
saygı duyduğunu belirtmiştik. Bu konuda Atatürk şöyle söylemiştir: "Gerçi
bize milliyetçi derler, ama biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği
eden bütün milletlere saygı ve ilgi gösteririz. Onların milliyetçilerinin
bütün gerçeklerini tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz herhalde bencilce ve
mağrurca bir milliyetçilik değildir".
Atatürk, böylece üstün bir milliyetçilik anlayışına
erişmiştir. O'na göre, "en uzakta saydığımız bir olayın, bize bir gün
dokunmayacağını bilemeyiz. Bunun için insanlığın hepsini bir vücud ve bir
milleti bunun organı saymak gerekir. Bir vücudun parmağının ucundaki
acıdan bütün organlar etkilenir. Dünyanın bir yerinde bir rahatsızlık
varsa banane dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlıkla tıpkı kendi aramızda
olmuş gibi ilgilenmeliyiz."
Atatürk böylece bütün milletlerin bir arada ve
işbirliği içinde olmasını istemektedir. Bütün insanlar barış ve kardeşlik
içinde yaşamalıdırlar. "İnsanları mutlu edeceğim diye onları birbirine
boğazlatmak insanlık dışı ve son derece esefe değer bir sistemdir.
İnsanları mutlu edecek tek araç, onları birbirine yaklaştırarak, onlara
birbirini sevdirerek, karşılıklı maddi ve manevi ihtiyaçlarını sağlamaya
yarayan hareket ve enerjidir."
Atatürk, büyük insan topluluklarının her türlü
dertlerinden arındırılmalarını ister ve üstün bir görüşle bütün insanları
dünya vatandaşı olarak niteler. "Eğer sürekli bir barış isteniyorsa, insan
kütlelerinin durumlarını iyileştirecek uluslararası tedbirler alınmalıdır.
İnsanlığın tümünün refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya
vatandaşları haset, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak biçimde
eğitilmelidir".
İkinci Dünya Savaşı'nın patlak vermek üzere olduğu
bunalımlı günlerinde Atatürk'ün görüşleri eşine az rastlanır bir insanlık
sevgisini dile getirmektedir. Aynı yıl Atatürk "Bütün dünya milletleri
aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşgullerdir" diyerek,
ırkçılara meydan okuyordu. O günlerde bütün insanları dünya vatandaşı
olarak niteleyen Atatürk, gerçek insan sevgisini içtenlikle ve çok özlü
biçimde belirtmiş sayılı önderlerden biridir.
MİLLİ BİRLİK VE BERABERLİK, ÜLKE
BÜTÜNLÜĞÜ
Her Türk'ün büyük bir dikkat ve titizlikle koruması
gerekli Millî Birlik ve Beraberlik ilkesi, Atatürk milliyetçiliğinin
zorunlu bir sonucudur. Bu görüş ve anlayışa göre, millet ülkesiyle
birlikte bölünmez bir bütündür. Herkesin bunu kabul etmesi ve aynı
idealleri gerçekleştirmek için birlikte hareket etmesi gerekir.
Atatürk, Türk milleti bir bütün haline gelmeden
Kurtuluş Savaşı'nı başlatmamıştı. Ancak bölücü, zedeleyici akımları ve
ayaklanmaları bastırdıktan sonra başarı yolları kendisine açılmıştır.
Atatürk konuşmalarında, sırası geldikçe, hem zaferin hem de inkılâpların
milli birlikle gerçekleştiğini belirtmiştir. O, hiçbir zaman vatanı
milletten ayrı düşünmemiştir.
Madem ki millet aynı ideale bağlı insanların
oluşturduğu bir birliktir, o halde insanların üzerinde yaşadığı vatan
parçası da bir bütündür, kutsaldır. Bölünemez, parçalanamaz. Bunun aksini
düşünmek milliyetçiliği inkâr etmek olur. Milliyetçilik inkâr edilecek
olursa Türk varlığı da sona ermiş olur.
Atatürk her bakımdan birleştirici bir insandı.
Çeşitli görüşlere sahip insanları ortak bir amaç uğrunda birleştirdi.
O'nun bu yeteneği Türk Milleti'nin birlik sevgisinden kaynaklanıyordu. Bu
sevginin sürdürülmesi geleceğimizin en büyük güvencesidir.
MİLLİ EGEMENLİK
Egemenliğin, yani devleti kuran, yöneten en üstün
gücün, kişilere veya belli zümrelere değil, doğrudan doğruya millete ait
olması, cumhuriyetçilik ilkesini bütünler.
Cumhuriyetçilik bahsinde görüldüğü gibi aristokratik
veya oligarşik cumhuriyetler de vardır. Ama gerçek cumhuriyet egemenliğin
millete ait olduğu cumhuriyettir. Atatürk, TBMM'nin toplanmaya başladığı
ilk günden başlayarak sırası geldikçe bütün gücün millette olduğunu
belirtmiştir. O'na göre, "millet her türlü isteğini yerine getirme gücüne
sahiptir. Millet girişimlerinin önüne geçebilecek hiçbir kuvvet yoktur."
Atatürk'ün hem vatanın kurtuluşunu, hem de
inkılâpları doğrudan doğruya milleti temsil eden TBMM kanalıyla
gerçekleştirdiğini biliyoruz. Çünkü O, millet iradesinin üstünde bir güç
olabileceğini kesinlikle kabul etmemiştir.
Türkiye Cumhuriyeti, Türk Milleti'nin egemenliğini
kendi eliyle kullanmasından doğup gelişmiştir. Egemenliği milletinin
elinden almak artık düşünülemez.
ÖZGÜRLÜK VE BAĞIMSIZLIK
"Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir" diyen
Atatürk, yeni devletin kurulmasında bu düşüncesinden güç
almıştır.
Özgürlük, hem devlet hem de vatandaşlar için söz
konusudur. Devletin özgürlüğü, bağımsızlığı demektir. Bağımsız olmak,
başka bir devletin güdümüne girmemek, diğer devletlerle birlikte oluşan
topluluklarda, milli çakarların gerektirdiği biçimde
davranabilmektir.
Kurtuluş Savaşı, Türk milletinin yok olan özgürlük ve
bağımsızlığını yeniden kazanabilmesi için yapılan bir savaştır. Osmanlı
Devleti son zamanlarında serbestçe hareket etme özgürlüğünü yitirmişti.
Nihayet devlet parçalandı ve sona erdi. Kurtuluş Savaşı'nın sonunda da
Türk milleti yeniden özgürlüğüne ve bağımsızlığına kavuştu.
Özgür ve bağımsız olmayan bir devlet dilediği biçimde
hareket edemez. Atatürk bağımsızlığımıza sürdürmekte çok dikkatli ve ciddi
davranmıştır. Türkiye Cumhuriyeti O'nun zamanında en saygın devletlerden
biri oldu. Büyük devletler bile gerekirse, Ankara'daki Mustafa Kemal'e
danışmanın zorunlu olduğunu kabul etmişlerdir. Bu özgürlük ve
bağımsızlıktır ki, Türk Devleti'nin rahatça gelişmesini, serpilmesini ve
inkılâpların yapılmasını sağlamıştır.
Gerek cumhuriyet gerek milliyetçilik ancak özgür ve
bağımsız bir devlette anlam kazanır. Bu sebeple, Türk Devleti'nin özgürlük
ve bağımsızlığı her türlü düşünce akımlarının üstünde
olmalıdır.
Özgürlüğün ikinci çeşidi vatandaşlar için söz
konusudur. Cumhuriyet rejimleri aynı zamanda demokratik iseler, bu,
vatandaşın rahat ve Özgür yaşamasını sağlar. Demokrasinin temeli budur.
Cumhuriyet Türkiye'sinde vatandaşlar özgürlüğe sahiptirler. Ancak şunu da
unutmamalıdır ki, her bireyin özgürlüğü diğer bireyin özgürlüğü ile
sınırlıdır. Sonsuz özgürlük yoktur. Vatandaşlar birbirlerinin
özgürlüklerine saygılı oldukları sürece demokratik hayat sürer, aksi
kargaşa yaratır.
Atatürkçü özgürlük, herkesin hakkına saygı gösteren
bir anlayışı kendine temel bir kural olarak alır.
YURTTA BARIŞ, CİHANDA BARIŞ
Atatürk bir asker olduğu halde mümkün olduğu kadar
savaşın dışında kalmak isterdi. Şu sözlerinin derin anlamı vardır:
"Mutlaka şu ve bu sebepler için, milleti savaşa sürüklemek taraftan
değilim. Savaş zorunlu ve hayati olmalıdır. Gerçek kanaatim şudur: Milleti
savaşa götürünce vicdanımda azap duymamalıyım, öldüreceğiz diyenlere
karşı, ölmeyeceğiz diye savaşa girebiliriz. Lakin millet hayatı tehlikeye
maruz kalmıyorsa savaş cinayettir". Bu sözler, dahi bir askerin savaşın
ne zaman yapılabileceğini gösteren bir ölçüsüdür. Millet hayatı tehlikeye
girmedikçe, çıkarılan savaş savaş değil, cinayettir, öyleyse esas
barıştır. Savaşın bir millet için ne demek olduğunu ve neler getirdiğini
en acı ve açık biçimde gören, yaşayan Atatürk, büyük zaferin
kazanılmasından sonra hep barışçı bir siyaset izledi.
Yurtta barış, milli birlik ve beraberliğin sonucudur.
Vatandaşlar birbirlerini kırmadan, birbirlerinin hak ve özgürlüklerine
saygı duyarak yaşamalıdırlar. Bu memlekette esenliği sağlar ve aslında
gelişmenin, kalkınmanın ve demokrasinin de en önemli
şartlarındandır.
Cihanda barış ise, devletlerin aralarındaki
çekişmeleri, çeşitli anlaşmazlıkları görüşerek, anlaşarak
çözümlemeleridir, insanlık ideali ancak böyle gerçekleşebilir.
Devletlerarası savaşlar sadece acı, kan, gözyaşı ve felâketler getirir,
kazananlar da pek çok şeylerini yitirmiş olurlar, öyleyse ancak ve ancak
son çare olarak savaşa gidilmelidir. Esas olan savaş değil, barıştır.
Atatürk Lozan Antlaşmasından sonra pek çok sorunu barış yolu ile
çözümlemiştir.
"Barış yolunda nereden bir çağrı geliyorsa Türkiye
onu can atarak karşıladı ve yardımını esirgemedi" diyen Atatürk'ün bu
tutumu, Türkiye'nin dış siyasetinin temel düşüncelerinden biri
oldu. |